Troya Kültür Rotası İzlenimleri


02 Mar 2021

Gün geçmiyor ki yeni bir yürüyüş rotası daha yürüyüş severlerin kullanımına açılmasın. Tabii açılan her yeni rota ile birlikte yürüyüşçüler de kendilerine sunulan bu güzergâhlarda yürümek için imkân yaratmanın yollarını arıyorlar.
Ben de yaz aylarını Çanakkale-Eceabat Seddülbahir köyünde geçiren bir yürüyüş gönüllüsü ve aynı zamanda Kültür Rotaları Derneği’nin bir üyesi olarak, Troya Kültür Rotası’nın hayata geçirildiğini duyduğumda hemen bu güzergâhta yürümek için planlar yapmaya başladım. Plan yapmaya başladığımda aylardan Temmuz idi.
Malum, bilenler bilir, bu tür rotalarda yürümenin en uygun ve güzel zamanı ilkbahar aylarıdır. Bu aylar çoğu yürüyüşçü için, hele de benim gibi kamp yüküyle yürüyenler açısından en ideal zamanlardır. Yürürken sıcaktan bunalmaz, çok fazla terlemezsiniz; geceleri çok soğuk olmaz, ayrıca eğer serin suya girmekten yana bir derdiniz yoksa deniz kıyısından geçen rotalarda denize bile girebilirsiniz. Yine bilenler bilir, uzun bir yürüyüş gününün ardından yorgun bedeni ve de özellikle yorulmuş ayakları kendine getirip dinlendirmek için serin bir denizden daha iyisi yoktur.
Önceleri ben de bu düşüncelerle Troya Kültür Rotası’nı ilkbahar aylarında yürümeyi planlamıştım. Ancak daha sonra ilkbahara kadar sabredemeyeceğimi ve bir an önce bu rotayı yürümem gerektiğini düşünüp, yürüyüşümü Ekim ayı başında yapmaya karar verdim. Böylece hem yaz aylarının kavurucu sıcaklarını geride bırakmış olacaktım hem de havalar daha tam soğumadığı için denize girme fırsatını da kaçırmamış olacaktım. Tabii evdeki hesap çarşıya uymadı ve Ekim ayının başında yaklaşık bir hafta süren sağanak yağışlı hava yürüyüşe çıkmamı biraz geciktirdi. Hava açarak yürüyüşe uygun hale geldiğinde, takvimler 9 Ekim’i gösteriyordu. Ben de güneşli bir 9 Ekim günü Troya Kültür Rotası’nı yürümeye başladım.
Rota, dünyaca ünlü Time Dergisi’nin 2019 Eylül ayında hazırladığı “Dünyanın 100 Muazzam Yeri” seçkisinde Türkiye’den yer verilen tek mekân olan ve aynı zamanda 2020 Avrupa Yılın Müzesi ödülü adayı Troya Müzesi önünden başlıyor. Hal böyle olunca müzeyi gezmeden adında “Troya” olan bir yürüyüş güzergâhında yürümemek gerekiyor. Ancak aynı gün içinde hem müzeyi gezip hem de yürüyüşe başlamak isteyenlere bu işe epey erken bir saatte başlamalarını tavsiye ederim. Zira müzeyi layıkıyla gezmek için en az 2-2,5 saat ayırmak lazım.
Güneşin 18.45’de battığı bir günde benim gibi saat 11.30’ta müzeye girip son derece hızlandırılmış bir tur yaparak 1,5 saat sonra müzeden ayrılırsanız, önünüzde yürünecek 18 km yol ve havanın kararmasına sadece 5,5 saat kalmış oluyor. Bu da gün batmadan çadırınızı kurup yerleşebilmeniz için epey hızlı yürümeniz gerektiği anlamına geliyor.
Müze sonrası rota sırasıyla Çıplak, Kalafat köylerinden ve Batak ovasından geçerek Yeniköy’e uzanıyor. Rotanın başlangıcından Yeniköy’e kadar olan kısmında genellikle düz yollardan gidiliyor ki bu da ilk gün için fazlaca güç sarf etmeden varışa gelmenize olanak sağlıyor.
Batak ovasını ikiye bölen Karamenderes ya da antik zamandaki adıyla Skamander nehri yağışların bol olduğu aylarda taşarak rotanın da üzerinden geçtiği civardaki tek köprüyü sular altında bırakabiliyormuş. Yürüyüş başlangıcından önceki hafta yağışlı geçtiği için açıkçası benim de köprünün su altında kalıp kalmayacağına dair endişelerim vardı. Neyse ki rotanın resmi internet sayfasında ve cep telefonu uygulamasında nehrin taşarak köprüden geçişi imkânsız kıldığı zamanlara ait uyarılar yayınlanıyor. Ben köprüden geçerken Karamanderes usul usul akıyordu ve bana bir zorluk çıkarmadı.
İlk günü Yeniköy limanının hemen yakınında, yanı başında akan bir çeşmenin olduğu deniz kıyısındaki kamp yerinde tamamladım. Sol yanda Bozcaada’nın sağ yanda ise Gökçeada’nın yer aldığı Ege Denizi’ne batan güneş manzarası ise günün tüm yorgunluğunu unutturuyordu.
Ertesi günün güzergâhı Yeniköy’den başlayıp sırasıyla Üvecik ve Bozköy’den geçerek Geyikli’ye varıyordu. Bu da rota üzerinde yavaş yavaş antik yerleşimlerin kalıntılarını görebileceğiniz anlamına geliyor. Her ne kadar tam yanından geçmese de rotanın başlangıcında, Beşik-Yassıtepe olarak adlandırılan mevkide Achilleion’u (Akhilleus’un Yeri), Beşik-Sivritepe olarak adlandırılan mevkide de Akhilleus Tümülüsü’nü görebilirsiniz. Rotanın devamında Üvecik’e gelmeden önce Üvecik Tepe mevkiinde Caracalla Tümülüsü (Festus Mezarı)’nü, Bozköy’ü geçtikten sonra da Troas Bölgesi’nde, Troya dışındaki en büyük ve önemli yerleşme olduğu düşünülen Hanaytepe’yi görme imkânınız var.
Rotanın ilk kısmında, esasında ilk gün Yeniköy’e giderken kullandığınız yolu Yeniköy’den Üvecik’e giderken geri gidiyorsunuz. Ben de ilk günkü güzergâh tecrübeme dayanarak ertesi gün yola çıktığımda işaretlere ve GPS kayıtlarına çok dikkat etmeden yürüdüğüm için rotadan biraz sapmışım. Bunu fark ettiğimde biraz kendime kızsam da bu sapış ile Beşik-Sivritepe olarak adlandırılan mevkiye ve dolayısıyla Akhilleus Tümülüsü’ne biraz daha yaklaştığımı görünce üzüntüm yerini sevince bıraktı. Vaktim daha çok olsaydı sırt çantamı bir kenara koyup tümülüsü daha yakından incelemek isterdim. Ama önümde yürünecek daha çok yol olması nedeniyle bunu yapamayıp yola devam etmek zorunda kaldım.
Rotanın devamında ilgi çeken diğer bir yer de Cezayirli Hasan Paşa Köşkü ya da ondan geriye kalanlardı. Burası aynı zamanda yürüyüşün başladığı Tevfikiye’den gelen yolun Yeniköy’e ve Üvecik’e giden iki ayrı kola ayrıldığı sapak noktası. Dolayısı ile köşkten geriye kalan gözetleme kulesini hem Yeniköy’e giderken hem de Yeniköy’den gelip Üvecik’e giderken görüyorsunuz. Kulenin, tüm harabiyetine rağmen, oldukça fotojenik olduğunu söyleyebilirim.
Sabah yola çıkarken Yeniköy’den sonra peşime irice bir köpek takılmıştı. Kulakları tahminen başka büyük köpekler saldırmasın diye kesilmiş bir köpek Üvecik’e kadar beni takip etti. Ben ne zaman mola versem o da duruyor, ben ne zaman yürürsem o da arkamdan, ama çok çekingen olduğu için hep belli bir mesafe uzaktan, beni takip ediyordu. Bu durumun sonraki günlerde başıma geleceklerin bir işareti olabileceğini tabii o zaman anlamamıştım. Zavallı köpek 12 km boyunca benimle yürüdü. Üvecik’te birkaç parça salam satın alıp köpeğe verdim ama ürkekliğinden onları bile yemedi. Daha sonra sanırım aç biilaç yürümekten sıkılmış olacak ki peşimden gelmeyi bıraktı.
Üvecik’te bir kahvehanede verdiğim molada kahveci benimle çok ilgilendi. Çay ısmarladı, nereden gelip nereye gittiğimi sordu. Sonraki günlerde göreceğim yöre insanları arasında bana en çok ilgi gösterenlerden biriydi bu Üvecikli kahveci.
Üvecik’ten sonraki durak Bozköy’dü. Köy kahvesine vardığımda ortalıkta iki amcadan başka kimse yoktu. Zeytin toplama zamanı olduğu için köylülerin çoğu zeytinliklerde bir kısmı da tarlalarında çalışıyormuş. Kahvedekiler de bana çay ısmarlayıp, her zamanki gibi nereli olduğumu, nereden gelip nereye gittiğimi sordular. Üvecik’tekilerin aksine buradakiler Troya Kültür Rotası’ndan haberdarlardı ve daha önce de birkaç grup insanın benim gibi yürüyerek oradan geçtiğini söylediler. Ayrıca rotayı oluşturanlardan birisinin de o köyden olduğu bilgisini verdiler. Daha sonra da başıma geleceği üzere, yola devam etmek için hareketlendiğimde arkamdan yanlış yöne gittiğimi, Geyikli’nin diğer tarafta olduğunu bağırdılar hararetle. Nedense yerli halk rotanın hep araba yolundan gittiğini düşünüyor, farklı bir güzergâh takip edilerek de gidilecek yere varılabileceğini kabullenemiyorlardı. Her zamanki gibi onlara teşekkür edip, farklı bir rotayı takip ettiğimi söyleyerek oradan ayrıldım.
Sabah 9.00’da yola çıkmıştım. Geyikli’ye vardığımda saat 18.30’u gösteriyordu. Wikiloc kayıtlarımı kontrol ettiğimde o güne kadar yapmış olduğum tüm yürüyüşler arasında en uzun yolu yürüdüğümü hayretle gördüm: Bir günde yaklaşık 28 km yürüyerek kendi rekorumu kırmıştım. Troya yolu beni benden almıştı. Yürüdüğüm kilometrelerin farkına varamadığım uzun bir yürüyüş gününü Geyikli Merkez Otel’de sonlandırdım.
Üçüncü günün rotası Geyikli’den başlayarak Dalyan yakınlarındaki Alexandria Troas’tan geçerek Akçakeçili’de son buluyordu. Güzergâh üzerinde bulunan Alexandria Troas antik kenti de rotanın en dikkate değer yeriydi. Geyikli’den yola koyulduktan hemen sonra peşime yine bir köpek takıldı. Ama bu seferki gayet bakımlı duran, boynunda başka köpekler ısırmasın diye dikenli bir tasması olan bir köpekti. Tasması olduğu için sahipli bir köpek olduğunu düşündüm. Köpeklerin yürüyüp gidenlerle birlikte gitme alışkanlıkları olduğunu İstanbul’da yaptığım yürüyüşlerden biliyorum. Bu durum sanırım iz sürme içgüdülerinden kaynaklanıyor. Sonradan adını Diken koyduğum bu köpeğe hiç ilgi göstermememe rağmen sanırım bu içgüdüyle benimle gelmeye devam etti. Kâh benden çok ileriye gidiyor, kâh yanımda yürüyor, bazen de arkamdan geliyordu. Özellikle yorulup yavaşladığımda zamanlarda bacaklarımın dibinden ayrılmıyor hatta çok dibime girip adım atmama engel oluyordu.
Diken, yolda gördüğü tüm su birikintilerine, çeşmelere, yalaklara tüm vücuduyla giriyor hem su içiyor hem de bir nevi banyo yapıyordu. Yanımda ona verebileceğim fazla yiyecek olmadığı için aç açına benimle yürüdüğü için ona üzülüyordum. Ayrıca sahipli bir köpekse sahipleri onu arayabilirlerdi. Bu durumdan da rahatsızlık duyuyordum. Birkaç kere saklanarak, ya da farklı bir yola girerek ondan kaçmaya, kendimi kaybettirmeye çalıştım ama her seferinde beni bulup benimle yürümeye devam etti. Bir noktadan sonra ondan kurtulmaya çalışmaktan vazgeçtim ve yanımda yürüyerek bana eşlik etmesi hoşuma gitmeye başladı. Kendime kendime nasıl olsa bir müddet sonra açlık ve yorgunluktan o da diğer köpek gibi bırakıp gider diye düşünüyordum. Yanıldığım daha sonra anlayacaktım.
Güzergâh üzerinde Dalyan yakınlarında kırmızı renkli bir gölden ve antik limandan bahsediliyordu. Ancak oraya yaklaştığımda, rotanın bahsedilen yerlerden yaklaşık 2 km uzağından geçtiğini gördüm. Oraları görmek için rotadan saparak gidiş geliş toplamda 4 km ekstra yol yapmak gerekiyordu. Her ne kadar bir önceki gün 28 km yürümüş olsam da üçüncü günün 22 km’lik rotasını 4 km daha uzatacak gücü kendimde bulamadım ve bu bahsedilen yerleri görmeden yürüyüşüme devam ettim.
Yine aynı güzergâh üzerinde olmasına rağmen göremediğim diğer bir yer ise Alexandria Troas antik kentinin esas yerleşimlerinin bulunduğu alan oldu. Antik kentteki heybetli Atticus Hamamı’nı görsem de yerleşimlerin bulunduğu alan ziyarete kapalı olduğu için oraları göremedim.
İlk gün Yeniköy’de yürüyüş bitiminde denize girmiştim ve yine denize girmek istiyordum. Üçüncü günün rotası Aktaş burnu yakınında denize çok yakın bir konumdan geçiyordu ve sonrasında beşinci güne kadar rota bir daha deniz kenarına inmiyordu. Dolayısı ile Aktaş burnu civarı benim deniz molası vermem için en uygun yerdi. Ben de rotadan küçük bir sapma yaparak öğlen vakti deniz molası verdim. Bu mola sırasında Diken de sanırım hayatında ilk kez denize girdi. Başlarda denizden çok korktu ama benim denize girip ilerlediğimi görünce beni takip etme aşkı, deniz korkusundan baskın geldi ve denize girmeyi başardı. Sonrasında sahil boyunca suda koşturarak çok eğlendi. Onun eğlenmesi beni de mutlu etti. En azından sıcak havanın verdiği rahatsızlığı suya girerek giderdiği için memnun oldum.
Deniz molasından sonra yine yola koyuldum ve sabahtan akşama değin yaptığım 22 km’lik toplam yürüyüş sonunda Akçakeçili’ye vardım. Tabii Diken de benimle birlikteydi. Akçakeçili köyüne yaklaşık 700 m kala, akan bir çeşmenin yanında çadırımı kurdum. O ana kadar hiç rüzgâr yokken hafiften bir rüzgâr esmeye başladı. Günün yorgunluğu ve sıcak havanın verdiği bunaltıya karşılık bu hafif rüzgâr ilaç gibi geldi. Hemen yemeğimi yedim ve yemeğimden bir parça da Diken’e vererek yatmak için çadıra girdim. Ancak güneşin batması ile birlikte şiddetini arttıran rüzgâr gecenin ilerleyen saatlerinde sonra iyiden iyiye fırtınaya döndü. Çadırımın kazıklarını, ağırlıktan tasarruf etmek amacıyla yanıma almamıştım. Rüzgârın şiddetine karşılık çadırı yerinde tutan şey ise kendi ağırlığım ve çadırın içindeki tüm malzemelerdi. Yaklaşık 80 kg ağırlığım var. İçindeki tüm giysi, malzemeler ve benzerleri ile birlikte çantamın ağırlığı 20 kg civarındaydı. Yani yaklaşık olarak toplamda 100 kg’lık bir ağırlık halinde o rüzgârda uçup gitmemek için mücadele ediyordum. Bir noktadan sonra çadırda oturur vaziyette durup ayaklarım ve ellerimle çadırı destekleyip uçmasını engeller hale geldim. Çadırdan çıkıp dışarıya adım attığım anda çadır uçup gidecekti. Bu yüzden köye yardım istemeye bile gidemedim. Yapabildiğim tek şey çadırın sağını solunu topladığım taşlarla içeriden desteklemek, el ve ayaklarımla direk vazifesi görerek çadırı yerinde tutmak ve çadırın yırtılmaması için dua etmekti. Bu arada Diken de şiddetli esen soğuk rüzgârdan etkilenmiş olacak ki birkaç kere çadırın içine girmeye çalıştı. Onu da çadıra alıp ağırlığı arttırmak iyi bir fikir olabilirdi ama hem çadırda onu alabilecek yer yoktu hem de her ne kadar köpekleri sevsem de huyunu suyunu bilmediğim bir köpek ile tabiri caizse koyun koyuna yatmaya hiç niyetim yoktu. Böylece çadırı yerinde tutmaya çalışarak gözümü kırpmadan sabahı sabah ettim. Bu yaşadığım gece, kamplı yürüyüşlerimde, o ana kadar geçirdiğim tüm geceler içinde en kötü ilk üç gece arasında birinci olarak yerini aldı.
Sabah olduğunda rüzgâr tam olarak kesilmese de şiddeti biraz azalmıştı. Çadırdan dışarı çıkar çıkmaz aklıma Diken geldi. Diken’in geceki fırtına sonrasında köye giderek kendine korunaklı bir yer arayacağını düşünmüştüm. Ama çadırdan çıktığımda gördüğüm manzara karşısında ne kadar yanıldığımı ve Diken’in bana ne kadar bağlandığını anladım: Diken çadırımın arkasında toprakta kendisine bir çukur kazmış ve geceyi orada geçirmişti ve çadırdan çıktığımda yattığı çukurun içinden bana kuyruk sallıyordu.
Sabah kahvaltımı da Diken ile paylaşarak yeniden yola koyuldum. Dördüncü günün güzergâhı diğer günlere göre daha kısa sayılabilecek toplamda 17 km’lik bir güzergâhtı. Diken önde ben arkada, bazen ben önde Diken arkada önce Alemşah, sonra Tavaklı ve en son da Çamiçi köylerinden geçerek Kösedere’ye vardım.
Alemşah’a vardığımda köy kahvesi kapalı ve etrafta kimsecikler yoktu. Sonradan köylü bir genç geldi ve gündüzleri kahvenin kapalı olduğunu ancak akşamüstü ve geceleri açıldığını söyledi. Köydeki herkes zeytinliklerde çalışıyormuş.
Alemşah’tan sonra Tavaklı’da da mola verdim. Tavaklı’da kahvede insanlar vardı ancak benimle ilgilenen olmadı. Kimse bana herhangi bir soru sormadı.
Çamiçi köyü daha doğrusu mahallesi de insanların etrafta olmadığı bir yerdi. Telefonumu şarj etmek ve aynı zamanda bir mola vermek amacıyla rotadan sapıp Çamiçi mahallesine vardığımda sadece yaşlı bir teyze ile karşılaştım. Kahvehanenin nerede olduğunu sorunca “Kahve kapalı, herkes tarlada kimse yok” dedi. Belki imam oradadır diye camiye yönelince “imamın çocukları hasta onları doktora götürdü” diye cevap verdi. Ben yine de açıkta bir priz bulmak umuduyla camiye gidince imamın orada olduğunu gördüm. İmamla konuşup, biraz dinlendikten ve telefonu şarj ettikten sonra tekrardan yola koyuldum. Yön levhasının orada fotoğraf çekerken, imam koşarak arkamdan yetişti ve yanlış yöne gittiğimi söyledi. Kösedere’ye inen yolun oradan olmadığını söyleyince, farklı bir rotayı takip ettiğimi söyleyerek teşekkür ettim ve oradan ayrıldım. Her ne kadar insanlara kırmızı-beyaz işaretleri takip ettiğimi, normal yoldan gitmediğimi söylesem de her seferinde insanlar beni araç yoluna yönlendirmek istedi. Kendilerince yardım etmek istiyorlardı ama bu tür bir yürüyüş rotasının ne demek olduğunu bilmedikleri için bu çabaları bir işe yaramıyordu. Bu düşüncelerle yola devam ettim. Çamiçi mahallesinden Kösedere’ye inen yol gerçekten de Troya Kültür Rotası’nın görsel açından en güzel bölümlerinden birisiydi. Işık ters açıda olsa da oralarda güzel kareler yakalamayı başardım.
Günü Kösedere köyünde tamamladım. Diken de benimle birlikte geldi. Ancak köy meydanına girer girmez oradaki köpeklerin saldırısına uğradı. Her ne kadar güçlü kuvvetli gibi görünse de diğer köpeklerin dişlerinden kendini kurtaramadı Diken. Çok üzülsem de köpekleri ayıramadım. Zaten köye giren bir yabancı olarak tüm dikkatler üzerimdeyken köpeklerin bu kavgası ile ortalığın karışması daha da ilgi çekti. Neyse ki köydeki insanlar anlayışlı insanlardı da bu durumu sorun etmediler. Tüm bu kavga gürültüye rağmen Diken’in yine benden ayrılmadı.
Köy meydanındaki caminin hemen yanındaki kahvehanede oturup muhtarı sordum. Amacım orada kalacak bir yer ayarlaması için muhtarla konuşmaktı. Muhtar köyde olmadığı için yerine ihtiyar heyetinden birisi geldi. Meydanın hemen yanındaki konteynırdan yapılma odada kalabileceğimi söyledi. Caminin tuvalet ve duşundan istifade edip, odada yatabilecektim. Bir gece önceki çadır faciasından sonra bana sunulmuş bu imkân, benim için beş yıldızlı otel anlamına geliyordu.
Gerçekten de camide sıcak su akan bir duş vardı. Yemekten önce yıkanıp rahatladım. Yakındaki marketten Diken için yiyecek bir şeyler aldım. O gece hem benim için hem de ısırılmış ve korkmuş olmasına rağmen Diken için çok güzel bir gece oldu. Ben konteynır odamda, Diken’de odanın kapısının dibinde geceyi geçirdik.
Beşinci günün sabahında yine marketten bir şeyler alarak Diken’e sabah kahvaltısı yaptırdım. Bu esnada Diken’in topalladığını gördüm. Ön ayaklarından birisinin dirsek kısmı şişmişti. Sanırım bir gün önceki kavgada aldığı darbeler yüzünden ayağı yaralanmıştı. Ne yazık ki bunun için yapabileceğim bir şey yoktu. Diken o yaralı haliyle beni takip etmeye devam etti.
Kösedere’den sonraki etap genellik düz devam eden, Gülpınar’a doğru biraz dikleşen görece olarak kolay bir rota idi. Arada geçilen herhangi bir köy ya da başka yerleşim yeri yoktu. Ayrıca bu etapta son kez deniz kıyısına yakın bir rotadan ilerleniyor ve daha sonraki günlerde rotanın bitimi olan Assos’a kadar hep karadan gidiliyordu. Bu yüzden yine öğle vakti son kez bir deniz molası yapmaya karar verdim.
Kösedere’den yola çıkar çıkmaz peşime iki tane daha köpek takıldı. Diken’e ilaveten Husky cinsi bir köpek ile yavruları olduğu belli olan dişi bir sokak köpeği benimle beraber yürümeye başladı. Köy çıkışında beni bir gün önceden alışveriş yaptığım marketin sahibi gördüğünde köpekleri üçlemişsin diyerek gülmeye başladı. Ben de yanıt olarak evet herhalde yolda aç kalırlarsa beni yiyecekler dedim. Yolun bundan sonrasına, Gülpınar’a kadar, üç köpekle devam ettim. Köpekler birbiriyle de iyi anlaşıyorlardı. Bazen oyun oynayarak, bazen koşarak benimle birlikte yürümeye devam ettiler.
Troya Kültür Rotası’ndaki son deniz molamı üç köpek eşliğinde, Larisa antik kentinin var olduğu varsayılan bir bölgenin kıyısında verdim. Köpekler denize girmekten son derece memnundular. Diken de deniz korkusunu üzerinden atmış diğer köpeklerle oynuyordu. Bu kısa moladan sonra Roma Köprüsü’ne doğru yola devam ettim.
Gülpınar’a giden yol üzerinde tarlalar arasında kalmış antik Roma köprüsü görülmeye değer bir eserdi. Köprüyü gördüğüm nokta ile köprü arasında 300-400 metre mesafe vardı. Köprüyü daha yakından görebilmek ve fotoğraf çekebilmek için sırt çantamı bir yere bırakıp, tarlaların arasından geçerek köprünün yanına gittim. Tabii köpekler de benimle birlikte geldiler. Köprüde köpeklerle birlikte çok hoş fotoğraflar çektikten sonra geri dönüp yola devam ettim. Bir müddet sonra rotanın köprünün dibinden geçtiğini görünce kendi kendime çok güldüm. O kadar zahmeti boşuna çekmiştim. Hiç ara vermeyip doğrudan yola devam etseydim zaten köprünün olduğu yere gelecektim.
Gülpınar’a yaklaştıkça içimi bir sıkıntı kapladı. Gülpınar daha turistik bir yerdi. Kalınacak pansiyonlar, yemek yenilecek restoranlar vardı. Yanımda üç koca köpekle ve özellikle dibimden ayrılmayan Diken ile orada nasıl pansiyona yerleşecektim. Bu düşüncelerle 20 km’lik güzergâhı tamamlayıp Gülpınar’a vardığımda güneş batmak üzereydi. Gülpınar’ın girişindeki A101 markete kalınacak bir pansiyon sorarken etrafımdaki köpekleri gören insanlar sağa sola kaçışıyordu. Marketten Hektor pansiyonu tavsiye ettiler. Ben de doğruca oraya gidip kalacak bir oda istedim. Tabii dibimden ayrılmayan Diken ile birlikte. Pansiyon sahibi doğal olarak köpeği dışarı çıkarmak istedi ama Diken çıkmamakta direniyordu. Ben ellerimle merdivenlerden aşağı itekliyordum ama o her seferinde geri geliyordu. En sonunda pansiyon sahibi bana odaya girip ortalığa çıkmamamı söyledi; kendisi de elinde bir sopayla köpekleri kovalamaya girişti.
Ben odaya yerleşip bir müddet sonra dışarı çıktım. Pansiyon sahibi köpeklerin gittiğini söyledi. Bundan sonra odaya dönüp pencereden dışarıya baktığımda Diken’in pansiyonun karşısındaki kaldırıma oturup beklediğini gördüm. Birileri yesin diye önünde ekmek koymuş ama hiçbirini yememişti. Diğer köpekler ortalıkta yoktu ama Diken, pansiyon sahibini atlatıp, tekrardan pansiyona gelmeyi becermişti. Beni görmemesi için pencereyi kapatıp içeri kaçtım. Sıcak bir duş, güzel bir yemek , düzgün bir yatak ve ardından gelen uyku ile o günü de tamamladım.
Sabah kalktığımda ilk işim pencereden bakmak oldu. Diken’in hala orada olup olmadığını merak ediyordum. Pencereden baktığımda Diken’i göremedim. Bir yandan gittiği için sevinirken bir yandan da üç gündür gece gündüz birlikte olduğum bu sadık köpeğin gitmemiş olmasını diliyordum. Kahvaltı yapıp altıncı günün sabahında tekrar yola koyulduğumda ne Diken’in ne de diğer iki köpeğin beni takip etmediğini gördüm. Köpekli günlerim sona ermişti ama ben Diken’i çok özleyecektim.
Rotaya göre bir sonraki 12 km’lik etap Gülpınar’dan sonra Kocaköy’den geçerek Bademli köyünde son buluyordu. Son etap ise Bademli’den sonra Koyunevi, Bektaş ve Koruoba’dan geçerek 23 km sonra ya da Korubaşı’ndan geçerek 24 km sonra Assos’a varıyordu. Bu durumda altıncı gün az bir yürüyüş ile bitecek, yedinci ve son güne daha uzun ve daha zorlu bir etap kalacaktı. Son günün etabını daha yürünebilir kılmak için altıncı gün Bademli’den sonra Bektaş’a kadar yürümeye karar verdim.
Gülpınar çıkışında Apollon Smintheus antik kenti yer alıyordu. Bu antik kenti daha önce gezdiğim için burada vakit kaybetmeden yola devam ettim. Rota giderek yükselen bir güzergâhı takip ediyordu. Bademli’de deniz seviyesinden 300 m yükseğe çıkılıyordu. Rota üzerinde hem Kocaköy’de hem de Bademli’de mola verdim. Her iki yerde köy kahvesindeki insanlar benimle hiç ilgilenmedi. Diğer yerlerin aksine ne nereden geldiğimi soran oldu ne de nereye gittiğimi. Demek ki bazı yörelerin insanı meraklı olurken bazı yörelerde dışarıdan gelenler çok ilgi çekmiyor. Belki de gelen yabancıları sorularıyla rahatsız etmek istemiyorlardır; kim bilir?
23 km’lik bir yürüyüş ile günün sonunda Bektaş köyüne vardım. Daha doğrusu köye 500 m kala bir yerde yürüyüşü bitirdim. O noktada karşılaştığım köyden bir çoban, köy yakınında çeşme ve çadır kurulabilecek bir yer olmadığını söyleyince köye gitmekten vazgeçtim ve hemen orada çobanın gösterdiği antik bir kuyunun yanında çadır kurdum. Çobanın verdiği kova ile kuyudan su çekerek ve tabii ki çektiğim suyu kaynatarak su ihtiyacımı karşıladım. Orada kamp yapmamın ödülü ise geceki enfes dolunay manzarası ile ertesi sabahki Bektaş köyü üzerinden doğan muhteşem güneş manzarası oldu.
Yedinci günü sabahında karışık duygular içindeydim. Hem o gün yürüyüşü bitirerek Assos’a varacak olmanın heyecanını yaşıyordum hem de yedi günlük bu maceranın sonuna yaklaşmanın hüznünü hissediyordum. Bu duygularla yola koyuldum.
Bu etapta beni en çok zorlayan bölüm Koruoba’dan sonra tarlaların bitip, taşlık ve makilik alana girildiği ve deniz kıyısına paralel olarak sırttan yüründüğü kısım oldu. Buradaki işaretlemeler bir şekilde karışmış ya da silinmişti. Bu noktalarda cep telefonundaki GPS uygulaması da çalışmaz oldu. Sürekli bir zikzak halinde ilerleyen rotanın bazı bölümlerinin dümdüz ilerlemek varken neden bir sağa bir sola kıvrıldığını anlayamıyordum. Bu manevralar sırasında işaretler kaybolduğu için bir ileri iki geri şeklinde ilerlemeye çalışmak, yüzümden hiç eksik olmayan yakıcı güneş altında beni epey zorladı. Hatta Assos kazı evine 200 m kala rotayı iyice karıştırdığım yerde kendimi tutamayıp yeteeer diye avazım çıktığı kadar bağırdım.
Ayrıca yine bu bölüm, rota kitapçığında anlatıldığı gibi mültecilerin kaçak olarak Midilli’ye geçmek için kullandıkları yollardan geçiyordu. Etrafta mültecilerden kalan kıyafetler, ayakkabılar, yiyecek-içecek kapları, ambalaj atıkları vardı. Uyumak için kartondan yapılmış döşekler, battaniyeler her taraftaydı. Boğulmamak için takılan can yelekleri etrafa saçılmıştı.
Sırtımda yiyecek-içecek ve çadırım, üstüm başım yedi günlük yürüyüşten perişan bir halde buralarda yürürken ben de kendimi yurtdışına kaçmaya çalışan bir mülteci gibi hissettim. Onların nasıl zor şartlar altında umuda yolculuk ettikleri ya da etmeye çalıştıkları orada yürürken ister istemez sizi de etkisi altına alıyor. Denizde sefer yapan sahil güvenlik botunu görünce sanki beni izliyorlar hissine kapılmamak mümkün değildi. Sanki her an bir yerden bir güvenlik görevlisi ya da jandarma çıkıp orada ne işim olduğunu soracakmış gibi geldi. Bu duygular içinde 17 km’lik bu son etabı da tamamlayarak kendimi Assos Kazı Evi’nin önünde buldum. Bir hafta önce Tevfikiye Köyü’nde başlayan Troya Kültür Rotası bir hafta sonra Assos Kazı Evi önünde son bulmuştu.
Kim bilir antik dönemde bu yollardan kimler gelmişti kimler geçmişti? Geçmişin izlerini takip etmek, o zamanlarda yaşayan insanları düşünmek, onların gezdiği yerlerde gezmek, dokundukları duvarlara dokunmak insana tarifi zor hisler yaşatıyor.
O zamanlardan binlerce yıl sonra aynı topraklar üzerinde yine insanlar yaşıyor, insanlar yürüyor, insanlar geziyor. Siz de gidin, sizden öncekiler nasıl yaşamışlar, neler yapmışlar, bugünkü insanlar neler yapıyor, nasıl yaşıyorlar kendi gözlerinizle görün.
İster benim yaptığım gibi sırt çantasıyla tamamını, isterseniz günübirlik parçalar halinde bazı bölümlerini yürüyün ama mutlaka Troya Kültür Rotası’nı kendiniz deneyimleyin. Hem belli mi olur, bakarsınız Diken de size eşlik eder, ne dersiniz?
Başka rotalarda karşılaşmak ümidiyle yolunuz açık, kırmızı-beyaz işaretleriniz hep görünür olsun…
Oytun Güventürk
Ekim 2019
https://www.instagram.com/tonyukukoytun/